Kahraman Dedem





    Damağımda kalan tatları yazarken, dedemin avcılığından bahsedecektim ama bir de baktım ki; dedemin tüfeği, dedemin horozları, dedemin udu, dedemin rakısı, dedemin çakısı.. derken, dedem apayrı bir başlık oluvermiş. Meğer dedem, çocukluğuma damgasını vuran en önemli unsurlardan biriymiş ve ben bunu 32 yaşımda anlayıvermişim.


    O zamanlar Kurban bayramından birkaç gün önce çocuklar oyalansın diye getirilip bahçeye bağlanırdı kesilecek hayvanlar. Ben hep ikişer koyun olduğunu hatırlarım. Elimden avuç avuç tuz yalatmak hoşuma giderdi. Her seferinde “o koyunlardan biri senin” denirdi, ben de her yaz geldiğimde sevip besleyeceğimi hayal ettiğim bir evcil hayvanım oldu zanneder, sevinirdim. Kesilecekleri gün ben de üzülürdüm ama, kurbanları izlemeye içi el vermeyen teyzem gibi dama çıkmaz, biraz uzağa oturur, dikkatle izlerdim. En çok da, hayvan öldükten sonra ağaca asıp derisinden ayırmak için paçasından açtığı bir delikten üfleyerek şişmesini sağlayan dedemin kocaman koyunlarla tek başına nasıl baş ettiğine şaşırırdım.


    Dedemin bazı eşyaları el üstünde tutulurdu. Bağ evindeki en değerli eşya sanırım dedemin tüfeği ve saçmaları, kurşunları, fişekliğinden oluşan müştemilatı idi. Anneannemin zaman zaman “tüfeğini ortadan al herif” diye bağırışı hala kulağımda çınlıyor. Tüfeği temizlemesi, saçmaları fişeklere özenle doldurması, aynı özenle kurşunları fişekliğe sıralaması tam bir merasimdi. O kocaman fişeklerin kuşa saplandığını sanır, sonra avlanan kuşta o kadar büyüklükte bir iz arar, bulamayınca kafam karışırdı.


    Sabah erken saatte gittiği avdan elinde sığırcıklarla geri dönen dedemi bağın girişinde, kuyunun hemen yanında karşıladığımı hatırlıyorum. Beni görünce sert duruşlu yüzüne gevrek bir gülümseme yayılırdı. Kuşları temizler, üter, hemen oracıkta, cevizin altında yakıverdiği küçük bir mangalda benim için pişiriverirdi. Bu sığırcıkların lezzetini hala arar, bulamam.


    Avcılığa heveslenen küçük dayım da bir gün yanlışlıkla, vurulmaması gereken, eti yenmeyen, renkli, güzel bir kuşu vurmuştu. Kuzenim Onur’la bahçeye bir mezar kazmıştık o kuş için. Başında dua edip bir de haç dikmiştik kuşun mezarına. Bir iki sene üst üste kuşu mezarı başında andığımızı hatırlıyorum.


    Dedemin önüne gelen herkesi kovalayan dövüş horozları vardı. Parlak, koyu yeşil, koyu mavi tüylerinin güzelliğini hatırlıyorum. Horozu uzaklaştırırlardı ama ben yine de korkar, kümese yumurtaları almaya tek başıma gidemezdim. Horoz eğer görür de beni kovalamaya başlarsa, ya dedem ya anneannem ellerinde cerek ile horozun peşinden koşarlardı.


    Cerek bu işe de yararmış meğer, ağaçtan meyve düşürmekten başka. Ağacın altına bir de genişçe örtü serilir, düşen meyveler burada toplanırdı. Bazen Onur’la, bir ağacın henüz tam olmamış meyvesini  toplayıp eteğimize doldurur, ev ahalisine ikram ederdik. Dedem bizi azarlardı, ham meyveyi toplamışsınız diye, anneannem de dedemi azarlardı, çocuk onlar, nereden bilecekler diye.


    Dedem, sinirli bir adamdı. Her şeye bağırır, herkesle kavga ederdi. Öyle ki, iyi kesmeyen bıçakla, açılmayan bir kapakla, önüne çıkan bir taşla, veya bağcıkları açılan ayakkabısıyla bile, anneannemin deyişiyle; dör dör dövüşürdü.


    En tatlı halleri ise çakırkeyif olduğu zamanlardı. Yüzündeki onlarca çizgi, kırışıklık, bir anda yok olur, tüm yüz hatları yumuşar, ağzındaki gülümseme gözlerinin içine yansırdı. Önündeki masaya içki bardağını, ki genelde rakı – nadiren votka olurdu, cebinden hayatı boyunca eksik etmediği büyük çakısını koyar, meze olarak da, bir parça portakal veya elma, ve yine bir parça sucuk veya pastırma alırdı. Ardından da beni yanına oturtur, ya udunu ya cümbüşünü eline alır, önce içli bir taksim geçip kendi kendine çalıp söylerdi. İyice keyfe geldiğinde mutlaka “tin tin tini mini hanım” şarkısını çalar, beni de oynatırdı.





    “Tin tin tini mini hanım


    Seni seviyor canım


    Şeftali ağaçları


    Kızın dolaşık saçları


    Funda Teyzesi tarar


    Saçına güller takar”





    Bu çalıp söyleme ve bana da dinletme işinden bir süre sonra sıkılırdım ama yine de yanından ayrılmazdım dedemin. Neden sonra oturduğu sedire uzanırdı, anlardım ki fasıl sona erecek, dedem uyuyacak, o zaman kalkardım.


    Evin bütün alışverişini dedem yapardı. Kiloyla değil, sepetle, sandıkla, çuvalla alınırdı bütün yiyecekler. Pastırma ve sucuğu anneannemle birlikte yaparlardı. Bir keresinde mutfakta karşılıklı geçip ellerinde kollarında ip yumağına benzeyen bir şeyle uğraştıklarını görmüştüm, meğer pişmaniye yapıyorlarmış, düşünebiliyor musunuz? Dedemin iç malzemesini kendi hazırladığı peynirli pideler vardı bir de.. Pazar sabahları anneannemin muhteşem katmeri ve gül reçeliyle birlikte yenirdi kocaman kahvaltı sofrasında. Ve daha neler neler..


    Budala gibi hepsini bir hamlede yazmak istemiyorum ama o günler ve dedem hakkında bir şey unutmuş olmaktan korkuyorum. Ne de olsa şimdi yürümekte ve görmekte zorlanan dedeme okuyacağım bu yazdıklarımı ve, “dedeciğim, benim kahramanım sensin” diyeceğim..


Özlenilesi Zamanlar


    Çocukluğumun büyük bir kısmı, yaz tatillerinde gelinen anneanne – dede ziyaretleriyle ve bir dönem de onlarla birlikte yaşayarak geçti bu şehirde. Yazları bağa göçülür burada. Hemen hemen herkesin şehri çevreleyen 3 tepeden birinde bir bağ evi vardır mutlaka. Her yıl, biraz kalabalıkça olan annemin yakın akrabaları da, teyzeler, enişteler, kuzenler, amcalar, anneannemlerin bağ evine gelirlerdi ve şehir evindeki kadar düzenli ama daha kalabalık bir komün hayatı yaşanırdı.


    Eski taş evin önünde kurulan en az 10 kişilik masalarda yenen yemekler, akşamüstleri evin avlusundaki büyük sedirlerde konu komşuyla yapılan sohbetler, geceleri çevre evlerin çocuklarıyla damda bir araya gelip büyüklerden dinlenen korku hikayeleri, cibinlik içinde yün yataklarda, yün yastık ve yorganlarda uykuya yatmalar, şehire alışverişe gidenlerden biri döndüğünde çantasından benim için çıkardığı herhangi bir sürpriz, dedemin beni motorsikletinin terkine oturtup gezdirmesi,


    Ama o dönemlere ait, hatırımda en çok kalan damağımdaki tatlardır..


    Üzerine sarımsak ve kırmızı biber sürüp bahçedeki taze domates ve biberle yediğimiz sac ocağın üstünden yeni alınmış bazlama.. Ama o bazlamayı illa bahçedeki asırlık cevizin dallarından birine çıkıp yemek.. Sonra bir daha hiçbir yerde o kadar lezzetlisini görmediğim, anneannemin tandır ve su böreği.. Diğer yemekler bir yana bu böreklerin pişmesini beklemek tam bir sabır işidir. Yavaş yavaş çevrile çevrile ateşin üzerinde pişen böreğin tereyağı veya tahin kokusunu duyarım hala.


    Evin arka tarafında, ceviz ağacının altında yakılırdı taş ocak. Ateşin yanması için bolca konulan kuru ot çöp en büyük eğlencemiz olurdu akşamları. Ucu hemen yanan uzunca bir çöpü alır, havada daireler çizerken oluşan kırmızı koru izlerdik büyülenerek. Tüp kullanılır mıydı, içeride, eski adıyla tokana denen mutfakta modern bir ocak var mıydı hatırlamıyorum, hatırladığım, tüm yemekler bu yerde yakılan ateşin üzerinde pişerdi.


    Eğer şebit pişirilecekse değmeyin keyfimize.. Tam bir maceradır bu süreç. Ocağın hemen yanında yere kurulmuş tahta sofranın üzerinde açılır hamur. Anneannemin ve Tombiş’in (rahmetli, anneannemin annesi) her hamur bezesini aynı hızla ve şaşılacak derecede eşit ve düzgün daireler biçiminde açmalarıyla başlar. Sonra sacın üzerine oklavanın yardımıyla konulan şebitin üzerinde birkaç saniye içinde hava kabarcıkları ortaya çıkar ve bir anda pof diye kabarır, hemen arkası çevrilir. Pişenler bir tepsiye alınır. Bu arada eğer uslu bir çocuksanız sizin elinize de bir hamur parçası tutuşturulur, toprağa taşa küle bulanmış kirli ellerinizle o hamur parçasıyla oynayıp oynayıp bir şekil yaparark kendi hamurunuzu pişirmenize izin verilirdi.


    Unun ateşle yoğunlaşan kokusundan başı dönen çocuklara pişen şebitlerden hemen birer adet verilir, eliniz yana yana, üfleye üfleye yersiniz kuru şebiti. Bu arada kıymalı yağlama safhasına geçmeden önce yine çoluk çocuk için az bir miktar şebit sana yağı ile yağlanır ve sarımsaklı yoğurda batırılarak ateşin başında mideye indirilir. Sade yağ ile yağlanacak şebitler kıymalı sos ile yağlanacaklardan daha kalın açılırdı sanırım. Sofra kurulup, karpuz kesilip, kolalar açıldığında ise masaya getirilen kıymalı yağlamayla, elinizle kolunuzla mücadele eder, tabağınızı bitirdiğinizde ise zafer kazanmış bir kumandan edasıyla hemen soğuk karpuza saldırırsınız. Kıymalı yağlamayı yedikten sonra ağzımda kalan tat hala damağımdadır. 




    Bu satırları yazarken düşündüm de, iyi bir çocukluk geçirmediğimi zannederdim.. Hatırlayamadığım, belki de hatırlamak istemediğim için bilinçaltıma attığım bir çok şeyin yanında bu anıların beni bu kadar mutlu etmesine şaşırdım. Ve kendi hakkımda yanılmamışım, daha yazacak çooook satırlarım varmış!