Nazım Hikmet’in külliyatı, annemin kitaplığındaki karışık düzende bir arada durur durduğu yerde… Zaman zaman seriden birini seçer, okumaya resmen çaba sarfederdim. Upuzun cümleleri, kısalı uzunlu satır dizgileri, yabancı mekan ve insan isimlerinden kafam karışır bir süre sonra kitabı aldığım yere bırakırdım.
Kendini az – çok iyi bir edebiyat okuru olarak nitelendiren benim için, Nazım’ı sadece Cem Karaca’nın şarkılarından biliyor olmak, kendi kendime itiraf edemediğim bir utançtı. Ta ki Yapı Kredi Yayınları ve İş Bankası Kültür Yayınları ortaklığıyla hazırlanan “Büyük İnsanlık” Kendi Sesinden Şiirler’e sahip olana kadar.
Kitabı kitapçının rafında göz ucuyla gördüğüm anda anladım benim için Nazım’ı okuma ve anlama kılavuzu olacağını. Her zamanki gibi yanılmamışım.
Kitabı eve getirdiğimde paketini açtım, cd içinde var mı diye kontrol ettim ve başlamak için en doğru zamanı beklemek üzere yerine kaldırdım.
Bugün, bütün hafta sonu rehaveti üzerimde gazetemi okuduktan sonra, biraz uyuklamakla uyanık kalmak arasında gidip gelirken birden aklıma geliverdi. Son derece kararlı bir şekilde yerimden kalkıp içerideki odadan kitabı aldım. Müzik setinin başında, ayakta, kitabın özsözünü okudum, cd’yi yerine koydum, elimde kitap koltuğa oturup ayaklarımı uzattım.
Bedri Rahmi; “Yalnız patırtı yapma şimdi…” dedi ve “Mor” şiirini okudu. O okudukça evin duvarları, gözümdeki gözlük, koltuklar ve kulaklarım mor oldu.
Nazım Hikmet; “Başlayalım mı Üstad?” diye sordu.
Bedri Rahmi’nin cevabı; “Başla Reis!” oldu.
İlk iki üç şiirde nasıl dinlemem gerektiğini çözemedim. Dinlerken bir yandan elimdeki kitaptan takip etsem mi etmesem mi bilemedim. Biraz okudum, olmadı. Dördüncü şiirde gözlerimi kapattım ve durdum. Doğru yolu buldum.
Ben Nazım’ın bu kadar kafiyeli yazdığını bilmezdim. Başlıyor bir şiire, kulak ister istemez bir kafiye, bir benzer ses arıyor, satırlar geçiyor geçiyor, bir anda, en beklemediğin zamanda, unuttuğun bir harfe, heceye bir kafiye geliveriyor. O anda huzurlu bir gülümseme yayılıyor yüzüme. Sanki uzun zamandır içinden çıkamadığın bir sorun çözülmüş gibi bir his. Sonra yeni bir başlık, yeni bir şiir, aynı his.
Nazım bazen takılıyor, bir kelimeyi yeniden söylüyor. Bazen tam nefesi yetmeyecekmiş gibi olurken şiirin son kelimesine geliyor. Bir yeri beğenmiyor, baştan başlıyor. Bunları yaparken beni öyle mutlu ediyor, öyle mutlu ediyor…
Bir salatalığa ne umutlar yüklüyor, sevgilisini ve ülkesini ne kadar çok özlüyor, bir şehri kelimeleriyle nasıl yeniden var ediyor…
Aralarda, önceden bildiğim, aklımın bir köşesine kazınmış mısralar;“İçimde mis kokulu kızıl bir gül”ler, “Denizin üstünde ala bulut”lar…
Nazarımda sarışın, soluk benizli, zayıf bir adamdır. Oysa Nazım okudukça bir dev oluyor. Saçları dalga dalga ellerine kollarına karışıyor. Gözleri büyüyor, büyüyor, Moskova’ya Prag’a sığmaz oluyor. Mutfağındaki muşambalı masa, Vera’nın bilekleri, balkonundan baktığı otel odası, İsviçre’nin dağları, hepsi geldi Nazım’ın sesiyle salonumuza doluyor.
…
1961 yılında, Bedri Rahmi ile birlikte Paris’tedirler. Pencerelerden biri açıktır, fonda şehrin sesleri duyulur. Bedri Rahmi ses kayıt makinesinin başında ayaktadır da, Nazım masaya eğilmiş, notları elinde midir? Az ötede Bedri Rahmi’nin tuvalinde hangi resmi vardır? Kahve mi içiyorlardır sigarayla, şarap mı? İkindi vakti midir, akşama ne yapacaklardır?
Nazım o şehirlerden ne zaman çıkacaktır?